Zor geçen bir dört yılın ardından Biden’ın başkan seçilmesiyle birlikte transatlantik ilişkilerde olumlu gelişmeler olacağı beklentisi güçlenmiş gibi. Barack Obama’nın 2008 ABD başkanlık seçimlerini kazanmasını müteakip Avrupa’da yaşanan coşku şu anda tekrar yaşanıyor gibi. Yeni-Muhafazakâr Bush ve aşırı milliyetçi Trump dönemlerinin ardından iktidara gelen küreselleşme ve çok-taraflı işbirliği savunucusu Demokrat başkanlar Avrupa’da kesinlikle daha fazla heyecan uyandırıyorlar. Üst düzey birçok Avrupalı siyasetçi Biden’in başkanlığını kutlamakla kalmayıp, Avrupa Birliği’ni Biden Amerikasıyla daha fazla işbirliği yapmak ve Amerika’nın üzerindeki sorumlulukları paylaşmak noktasında göreve çağırıyor. Nitekim Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan bir öneri paketi Avrupalı liderlerin önüne geldi.
Tıpkı George Bush’un neo-muhafazakâr, son derece askersizleştirilmiş ve tek-taraflı politikalarının yirmi birinci yüzyılın ilk on yılında transatlantik ilişkilerde ciddi gerilimlere neden olması gibi, Donald Trump’ın müttefiklerinden ve çok-taraflı küresel yönetim mekanizmalarından nefret eden “önce Amerika” zihniyeti, son dört yılda benzer gerilimlere neden oldu. Hâlbuki Amerika’nın liderliğinde şekillenen liberal uluslararası dünya düzeni içinde Avrupalı müttefikler bir yandan kendilerini daha fazla güvende hissetmiş diğer yandan da aralarındaki ekonomik ve siyasi bütünleşme sürecini ileri boyutlara taşıyabilmişlerdi. Avrupa Birliği’nin bir barış modeli olarak zemin kazanmasında Amerika’nın sunduğu güvenlik garantileri ve oynadığı küresel liderlik rolü çok etkili olmuştu. Amerika’nın güçlü kasları ve müttefiklerini hesaba katma noktasında gösterdiği erdem Avrupalılara barış içinde yaşayıp ticaret üzerinden zenginleşmeleri için gereken oksijeni sunmuştu.
Durum buyken Bush ve Trump gibi iki Cumhuriyetçi başkanın görev süresi boyunca Amerikan hegemonyasının inanılırlığı Avrupalı müttefikler arasında hissedilir şekilde azaldı. Realpolitik hesapların belirginleştiği ve jeopolitik güç rekabetlerinin hızlandığı bir dünyada Avrupa Birliği’nin bir normatif güç ve liberal barış projesi olarak varlığını sürdürmesi güçleşti. Avrupa Birliği’nin 2003 yılında benimsediği ilk güvenlik strateji belgesiyle 2016 yılında kabul ettiği güncellenmiş güvenlik belgesi arasındaki fark dikkat çekiciydi. İlkine sirayet eden aşırı iyimser ve özgüvenli hava ikincisinde yerini aşrı ihtiyatlı ve ürkek bir ruh haline bırakmıştı. Kendi değerlerini etrafına yayma ve dünyayı Avrupalı değerler ışığında dönüştürme yönündeki iyimserlik yerini Avrupa Birliği bütünleşme sürecinin temelinde yer alan değerleri koruma dürtüsüne bırakmıştı. Trump’un başkan seçilmesiyle Avrupa’nın kötümserliği daha da arttı.
Son dört yıl süresince Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupalı müttefikleri ortak değerler, tehdit algıları ve stratejik öncelikler üzerinde birleşmeyi pek başaramadılar. Trump yönetimi Avrupa içindeki bütünleşme karşıtı hareketlerle aşırı sağ popülist akımları destekledi. Bunun yanında İngiltere’nin birlikten çıkma yönündeki çabalarını cesaretlendirdi. Avrupa Birliği’ni ideal bir ortak yerine rakip ve düşman olarak algılayan Trump yönetimi AB’nin içeriden zayıflaması noktasında Rusya ve Çin’den geri durmadı. Bu durum Avrupa Birliği içinde AB’nin kendi güvenlik ve savunma yeteneklerini geliştirmesi ve büyük güçlere karşı onların anladığı dilden konuşması gerektiğini söyleyenlere daha fazla zemin açtı. Diğer taraftan Amerika’nın tutumu Avrupalı müttefikler arasında transatlantik ilişkilere bakış noktasındaki farklılıkları daha fazla görünür hale getirdi. Neticede AB’nin NATO’dan ve ABD’den bağımsız otonom bir güvenlik kimliğine sahip olması gerektiğini düşünen ülkeler karşısında bundan son derece ürken ve kemdi güvenlikleri için Amerika ve NATO’nun varlığını hayati gören AB ülkeleri de vardı.