Kimin Denizi? Yunan-Türk Uyuşmazlıklarında Uluslararası Yunan Hukukunun Perspektifi

 

ANALİZ (ÇEVİRİ)

Ülkelerin Münhasır Ekonomik Bölgeleri (MEB), karasuları veya kıta sahanlıklarının tanımlanmasına ilişkin uluslararası hukuk karmaşık ve belirsizdir; bu konuda, komşu ülkeler kendi sularındaki zenginliklerin kontrolü için rekabet ettiğinde ciddi gerilimlere yol açılabilir. Türkiye ile Yunanistan arasındaki  adalar çatışmanın çerçevesini tam olarak böyle bir mesele oluşturmaktadır. Doğu Akdeniz dizimizin bu dördüncü bölümünde, Atina Ulusal ve Kapodistrian Üniversitesi’nde Uluslararası Hukuk Doçenti Maria Gavouneli, Yunanistan ile Türkiye  arasındaki deniz sınırlarını tanımlama sürecinin çıkmaza yol açan karmaşık tarihi ve düzenlemelerini açıklıyor.

 

Tüm iyi komşular gibi, Yunanistan ve Türkiye de uzun bir barış, savaş ve genel tarihini paylaşıyor – aralarında Ege Denizi’nin deniz bölgeleri konusunda neredeyse 50 yıllık çekişmeler var. Birkaç yıl aradan sonra, iki NATO müttefiki hazırlık görüşmelerine yeniden başlamak üzereler: Tatbikatın amacı, daha ileri bir müzakere turunu kolaylaştırmak amacıyla, düzenli olarak toplanan taraflar arasında doğrudan bir iletişim kanalı oluşturmaktır. Muhataplar arasında çözülmemiş konular var.Bu nedenle, öncelikle bunun bir müzakere olmadığı, daha çok görüşmeler hakkında konuşulduğu açıktır; ve ikinci olarak, bu görüşmelerin ana gündemi, taraflar arasında gelecekteki bir müzakerenin gündemini oluşturmaktır.

Yunanistan, böyle bir gündemdeki tek maddenin kıta sahanlığı için bir deniz alanlarının sınırlandırma anlaşması, Ege ve Doğu Akdeniz’de olası bir Münhasır Ekonomik Bölge olması gerektiğini  vurguluyor. Öte yandan Türkiye, belirli adalar üzerindeki egemenlik, diğer adaların askerden arındırılmış statüsü, Yunan karasularının sınırlandırılması, ulusal hava sahasının genişliği gibi sorunlar da dahil olmak üzere giderek artan sayıda “çözülmemiş sorunlar” içeren bir liste sunmaktadır. Bu liste Yunanistan ve Ege’deki hava trafiğinin kontrolünü içerir. Aşağıdaki paragraflarda, böyle bir gündeme dahil edilebilecek yada  dahil edilemeyecek ana konuların kısa bir özetini yapmaya çalışacağım.

 

Tartışılacak Gündem Maddeleri: Deniz Alanlarının Sınırlandırılması

 

Ege’de kıta sahanlığının sınırlandırılması,  50 yıldır Yunanistan ile Türkiye arasında ana tartışma meselesi olmuştur. Uluslararası Adalet Divanı önüne getirilmiş, Güvenlik Konseyi’nde defalarca tartışılmış, en az bir sınırlandırma anlaşmasına yol açmıştır.

Tüm bunlar, bölgedeki enerji kaynaklarına erişimi sağlamak ve bölge ülkelerini bir bütün olarak AB için enerji güvenliğini sağlamak için devam eden bir çaba bağlamında gerçekleştirildi. Bu durum bazı sorunlara yol açtı. Üçüncü Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Konferansı (1973-1982) sırasında hem Yunan hem de Türk delegasyonlarının davranışlarında anlaşmazlığa neden oldu ve Türkiye’nin neden ortak bir anlaşmadan uzak durmaya karar verdiği açıklandı. Neredeyse dünyadaki tüm ülkelere duyuruldu. Ancak ele alınması gereken sorular,  birkaç alt konu içermektedir.

 

Adalar için deniz alanları

Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 121. Maddesi, tüm deniz bölgelerine hak kazanan adalar ile karasularına da hak kazanan kayalıklar (ve kıyı Devleti böyle  bildirirse) arasında ayrım yapılmaktadır. Genel olarak, Hükmün teamül hukukunu yansıttığı, dolayısıyla taraf olmayanlar için de  LOSC bağlayıcı olduğu kabul edilmektedir. Ancak, “tam yetkili adalar” ile kayalar arasındaki fark, Güney Çin Denizi’ndeki tahkimde oldukça yakın zamana kadar araştırılmamıştı ve karışık  sonuçlar vardı.

 

Asıl soru, adaların hangi yetkilere sahip olduğu değil, daha çok deniz sınırlamasındaki etkilerinin ne olduğudur. Türkiye, adaların deniz bölgeleri oluşturduğu önermesine karşı çıkmış görünmüyor. Bununla birlikte, iki ülke arasındaki nihai sınırlandırma çizgisi üzerindeki etkilerine ilişkin çok spesifik fikirleri var. Karasularının sınırlandırılması açısından, özel durumlar bir ayarlama gerektirmedikçe, yerleşik kural (hem LOSC Madde 15’te hem de teamül hukukuna göre) orta çizgidir. Türkiye bu önermeyi kabul ederek, adaların salt varlığının “özel bir durum” oluşturduğuna işaret etmektedir. Kıta sahanlığı ve MEB’in sınırlandırılmasıyla ilgili olarak durum önemli ölçüde daha kötüdür; burada, LOSC 74 ve 83. maddelerde herhangi bir kural bulunmadığından, çeşitli uluslararası mahkemelerin tutarlı içtihatları 3. aşama metodolojisi şöyledir :

 

“[…] Eşit mesafeli / ilgili koşullar yönteminin ilk aşaması,” geometrik olarak nesnel ve ayrıca sınırlandırmanın gerçekleşeceği bölgenin coğrafyasına uygun yöntemler kullanılarak “geçici bir eşit uzaklık çizgisinin belirlenmesini içerir [ …] İkinci aşama, eşitlikçi bir sonuç elde etmek için geçici eşitlik hattının ayarlanmasını gerektirebilecek ilgili koşulların dikkate alınmasını gerektirir. Üçüncü aşama, ikinci aşamada ulaşılan sonucun orantısızlığının de  facto kontrolünden oluşur. ”

 

Yunan Pozisyonu, iki ek nokta ile açıkça bu metodolojiye atıfta bulunmaktadır. Birincisi, hem LOSC 77. Maddesi  hem de örf ve adet hukuku uyarınca, her Devletin, kıyı şeridinden 200 deniz miline kadar uzanabilen kıta sahanlığında ipso facto ve münhasır egemenlik hakları vardır.

 

İkinci olarak, hem LOSC Madde 121 hem de örf ve adet hukuku uyarınca, büyüklüklerine bakılmaksızın tüm adalar tüm deniz bölgeleri üzerinde tam yetkiye sahiptir. Türkiye’nin pozisyonu da eşit derecede  uzun süredir devam ediyor: Orta çizgi yerine Türkiye, kıta sahanlığının (ve olası MEB’in) sınırlandırılmasının hakkaniyet ilkeleri temelinde, ilgili koşullar dikkate alınarak yapılması gerektiğinde ısrar ediyor. Burada amaç adil bir çözüme ulaşmaktır.

 

Bu tür ilgili koşullar şunları içerir: Ege’yi yarı kapalı bir deniz olarak anlamak dahil olmak üzere bölgesel coğrafya, ilgili kıyıların konfigürasyonu, büyüklükleri ve konumları dahil adaların varlığı, tarihi haklar ve mevcudiyet gibi coğrafi olmayan koşullar, üçüncül haklar. Adaların etkisine gelince, Türkiye’nin kıyı izdüşümünde “iki ana kara arasındaki orta çizginin yanlış tarafında” yer alan adaların, kendi adalarının ötesinde bir deniz yetkisi oluşturamayacağın, kesin bir şekilde belirtilmiştir. Çünkü karasuları onların adil sınırlandırmasını  bozuyor”. Oldukça açık ki, bu sadece iki ülke arasında bekleyen en önemli mesele değil, aynı zamanda ilgili konumlarının mümkün olduğu kadar ayrı kaldığı sorunudur.

 

Karasularının uzantısı

 

İkinci önemli konu, deniz bölgeleri, yani Yunan karasularının genişliği ile de ilgilidir. LOSC Madde 3 ve teamül hukuku uyarınca, tüm kıyı Devletleri, taban hatlarından 12 mile  kadar uzanan karasularına sahip olabilir. Açıkça söylemek gerekirse, her Devlet kendi karasularının kapsamını beyan etmek için tek taraflı olarak hareket eder – burda yaptıkları aslında  Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde öngörülen beş tek taraflı eylemden biridir. UNCLOS III müzakereleri sırasında 12 deniz  sınırının en sert destekçileri arasında yer almasa da, Yunanistan, onayladığı tarihte 310. madde kapsamındaki bir açıklama da dahil olmak üzere, karasularını şu anki 6 mm genişliğinin ötesine genişletme hakkını sürekli olarak saklı tutmuştur.

Öte yandan Türkiye, Ege Denizi’ndeki karasularının uzatılmasına her zaman  itiraz etmiştir.

UNCLOS III müzakereleri sırasında Türkiye, kapalı ve yarı kapalı denizleri çevreleyen Devletlerin karasularının genişliğini karşılıklı anlaşma ile belirlemelerini gerektiren 3. maddeye bir ekleme önerdi. Daha sonra Konferansın son oturumunda bu durumu  yineleyerek, Türkiye’nin LOSC 3.Madde ile benzer  herhangi bir örf ve adet kuralının geliştirilmesinde ısrarcı bir itirazcı olduğunu ve daha spesifik olarak, Yunan karasularındaki herhangi bir uzantıyı bir suistimal olarak değerlendirdiğini ileri sürdü. “Ege’nin iki kıyı devletinden biri olan Türkiye’yi karasularından açık denizlere erişiminden, Ege’nin ekonomik faydalarından, bilimsel araştırmalardan vb.” mahrum bırakacaktır.

Türkiyenin İtirazcı argümanı , 1982 yılında, Bakanlar Kurulu Kararı No. 20 Mayıs 1982 tarihli 2674 Kara Deniz Kanunu’na dayanılarak çıkarılan 8/4742, Türkiye’yi çevreleyen denizlerin özellikleri  göz önünde bulundurularak Karadeniz ve Akdeniz’deki Türk karasularını 12 deniz milinde tutmuştur. Buna karşılık, Türkiye, Yunanistan’ın Sözleşme’yi onaylamasından hemen önce, 8 Temmuz 1995’te Büyük Millet Meclisi’nin “casus belli” Kararı ile sonuçlanan, Yunan karasularının herhangi bir şekilde uzatılmasına şiddetle itiraz etmeye devam etti.

Ege’de Yunan karasularının genişliği konusundaki tartışmaların daha önceki müzakere turlarına dahil edildiği anlaşılıyor. Bu konunun gelecek toplantılarda  en azından ayrı bir bölümde gerçekleşmesinin pek olası olmadığı da aynı şekilde anlaşılıyor. İtalya ve Mısır ile yakın zamanda yapılan sınırlandırma anlaşmalarının onaylanması için Parlamento’da yapılan görüşme sırasında, Yunanistan Dışişleri Bakanı, Yunan karasularının İyonya Denizi’nde 12 milim uzatıldığını duyurduğunda, her ikisi de komşu kıyı devletleri olan İtalyan ve Arnavut hükümetleri ile daha önceden iletişim kurmuştur. Bunlara  ek olarak, Yunan karasularının genişletilmesi, Yunan hava sahası 10 mm’de kaldığı için Yunan egemen bölgelerinin tekdüzeliğini de geri getirecek ve iki ülke arasındaki başka bir çekişmeyi de  ortadan kaldıracaktır.

 

Tartışma  değil : Egemenlik

 

Deniz bölgelerinin sınırlandırılması her iki tarafın da ana tartışması olarak kabul edilmekle birlikte, Türkiye, kara özelliklerinin egemenliğinden  hava sahasına , belirli askerden arındırılmasına kadar çok sayıda başka endişeleri de içerecek şekilde çözülmemiş konular listesini genişletiyor : Ege’deki adalar vs.. Bu sorunlar, Yunanistan’ın kara, deniz ve hava alanları üzerindeki egemenliğiyle ilgilidir ve hatta iki ülke arasında uzun sınırlara meydan okumaktadır. Bu nedenle, bu tartışmalar ikili bağlamın sınırlarını aşmakta ve tüm alanlar  için önemli bir istikrarsızlaştırma faktörü haline gelmektedir.

 

Uluslararası anlaşmaların revizyonist bir okuması, daha geniş bir siyasi stratejinin parçası olabilir, ancak katı hukuki terimlerle giderek istikrarsızlaşan bir dünyada Devletlerin taahhütlerini anlama biçimine meydan okur ve 2 .Dünya Şavaşı nın kalıntıları üzerine inşa edilen uluslararası sistemin temellerini baltalar.

 

Egemenlik ve Gri Bölgeler

 

İki ülke arasındaki sınırlandırma zaferi en azından 1970’lere kadar gitse de, Ege’deki bazı adaların egemenlik statüsüne ilişkin Türkiye’nin mücadelesi 1996 yılına kadar uzanabilir.

Yunan  konumu, deniz sınırları açısından çok nettir ve farklı bir yasal rejime sahip üç coğrafi bölge arasında ayrım yapmaktadır.

O zamandan beri, gri egemenlik alanları yaratmak için daha geniş bir girişim haline geldi, böylece bölgedeki uluslararası sınırları etkili bir şekilde sınıra koydu.

Yunan konumu, deniz sınırları açısından çok nettir ve farklı bir yasal rejime sahip üç coğrafi bölge arasında ayrım yapmaktadır. Birincisi, Meriç Haliç’in denizden üç mil içerisindeki deniz bölgesi, 26 Kasım 1926 tarihli Atina Protokolü temelinde sınırlandırılmıştır. İkincisi, Samos adasının güneyinde, Oniki Adalar ile Oniki Ada arasındaki deniz sınırıdır. Türkiye, 4 Ocak 1932 tarihli Anlaşma ve İtalya ile Türkiye arasındaki 28 Aralık 1932 Protokolü ile sınırlandırılmıştır ve Yunanistan, 10 Şubat 1947 Barış Antlaşması’nın 14 (1) Maddesi uyarınca başarılı olmuştur. Üçüncüsü, Evros’tan Samos’a kadar olan alan arasında, üzerinde anlaşmaya varılan bir deniz sınırı yoktur ve dolayısıyla sınırlandırma, medyan çizgisinin geleneksel kuralı temelinde gerçekleştirilmelidir. Aksine, bu bölgedeki adaların egemenliği, 12. maddesi aşağıdaki gibi olan 1923 Lozan Antlaşması ile belirlenir:

 

“13 Şubat 1914’te Londra Konferansı tarafından 17-30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması’nın 5. Maddeleri ve 1-14 Kasım 1913 Atina Antlaşması’nın 15. Maddeleri uyarınca alınan karar. Yunan Hükümetine 13 Şubat 1914’te, özellikle Limni, Semadirek, Midilli [= Lesvos] adaları olmak üzere Imbros, Tenedos ve Tavşan Adaları dışındaki Doğu Akdeniz adaları üzerindeki egemenliği ile ilgili olarak Yunanistan Hükümeti’ne tebliğ edilmiştir.  Sakız Adası, Samos ve Nikaria [İkarya], 15. Maddenin konusunu oluşturan İtalya egemenliği altında yer alan adalara ilişkin işbu Antlaşmanın hükümlerine tabi olarak teyit edilmiştir. Mevcut Antlaşma, Asya kıyılarından üç milden daha az uzaklıkta bulunan adalar Türk egemenliği altında kalacaktır. ”

 

Türk tarafı, Yunanistan ile Türkiye arasında bir sınırlandırma anlaşmasının olmaması halinde, tüm alanın, hakkaniyetli bir çözüme ulaşmak amacıyla ilgili koşullar dikkate alınarak, yine aynı şekilde hakkaniyet esasına dayalı olarak mutabık kalınan bir sınırlamaya tabi olduğu konusunda ısrar ediyor.

 

Ocak 1996’daki Imia krizinin ardından ve o zamandan beri Türkiye, Londra Antlaşması’nın 4.Maddesi uyarınca Yunanistan’a verilen Girit’in güneyindeki adalar da dahil olmak üzere bölgedeki bazı adalarda Yunan unvanına defalarca itiraz etti.

 

Herhangi bir Yunan hükümetinin adalar üzerindeki ya da aslında Yunan topraklarının herhangi bir bölümü üzerindeki egemenliği ile ilgili konuları tartışmayı kabul etme olasılığı hiç yok. Aynısı, egemenlik meselesini sınırlandırma uygulaması için bir ön ve arızi soruya dönüştürme girişimleri için de geçerlidir, örn.  geçici eşit mesafeli çizginin çekilebileceği temel noktalar olarak belirli adaların kullanılmasına itiraz etmiştir.

 

Bu, Mauritius’un egemenlik meselesini gündeme getirmeye çalıştığı Chagos Deniz Koruma Bölgesi davasında hakem heyetine sunulan bir argümandı, ancak Ek VII LOSC uyarınca hakem heyeti yalnızca Sözleşme’den kaynaklanan anlaşmazlıkları karara bağlamak için yargı yetkisine sahipti. Tahkim Mahkemesi soruyu karara bağlamayı reddetti, ancak şunu öne sürdü: “Mahkeme, bazı durumlarda küçük bir bölgesel egemenlik meselesinin gerçekten de Sözleşme’nin yorumlanması veya uygulanmasıyla ilgili olabileceğini kategorik olarak hariç tutmuyor”. İki tarafın bir mahkeme salonun da  ulaşması durumunda, her ikisinin de belirli bir mahkeme veya mahkeme önünde belirli bir prosedüre izin vermesi gerekecektir. Olası bir uzlaşmanın, böylesi bir sürecin başlayabileceğini  yada hüküm sağlamaması gibi durumlar  pek olası değildir.

 

Askersizleştirme

 

  1. yüzyılın başında uluslararası hukuk için mevcut olan en popüler araçlardan biri, bazı bölgeleri, özellikle I.Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa sınırlarının büyük ölçüde yeniden yerleştirilmesinin ardından diğer Devletlere yeni aktarılanları askerden arındırma zorunluluğuydu. Deniz, çeşitli Adaların kısmen veya tamamen askersizleştirilmesini zorunlu kılan en az üç farklı rejimle, konseptin uygulanması için ayrıcalıklı bir alandı:

 

1923 Lozan Antlaşması, 13. Maddede, Yunan adaları Lesvos (Midilli), Sakız, Sisam ve İkarya’nın ( Nikaria) kısmen askersizleştirilmesi için öngörülmüştür;

 

Boğazlar rejimiyle ilgili 1923 Lozan Sözleşmesi, tüm bölge için tamamen askerden arındırılmış bir güvenlik rejimi yaratarak, Limni ve Semadirek adaları için Yunanistan’a yükümlülükler yükledi. Ayrıca Türkiye’ye Çanakkale Boğazı’nın her iki yakasına ve Marmara Denizi’ne, İmvros (Gökçeada), Tenedos (Bozcaada) ve Tavşan adalarına (Tavcan) yükümlülükler getirmektedir.

 

İtalya ile yapılan 1947 Barış Antlaşması, 14. Maddenin 2. fıkrasında, tam egemenlikle Yunanistan’a bırakılan On İki Ada’nın  kalıcı olarak askerden arındırılması için öngörülmüştür.Türk tarafı, 1936 Montrö Sözleşmesi’nin 1923 Lozan Boğazları Sözleşmesi’nin yerini almasına ve Türkiye için yeni bir güvenlik rejimi oluşturmasına rağmen, üç rejimin de Yunanistan için yürürlükte kalacağını öne sürüyor. Yunanistan, 1936 Montrö Sözleşmesinin aslında 1923 Lozan Boğazları Sözleşmesinin tamamen yerini aldığını ve bu nedenle her iki askerden arındırma yükümlülüğünün de ortadan kalktığını onaylar. Ayrıca, diğer iki yükümlülüğün yerinde kaldığını, ancak bir füze veya insansız hava aracının askeri güçlerin varlığını yerinde geçersiz kıldığı bir zamanda, o zamandan bu yana geçerliliğini yitirdiğini de kabul eder. Bununla birlikte, 1947 Paris Barış Antlaşması’nın bir sözleşme tarafı olmadığı için Türkiye için olduğuna dikkat çekiyor. Bununla birlikte, nihayetinde, tüm itirazlar, BM Şartı’nın 51. Maddesi ve örf ve adet hukuku kapsamındaki bir meşru müdafaa argümanına dönüşür: Yunanistan, Kıbrıs’ta 1974’ten bu yana yaşanan durum ve ikili ilişkilerde devam eden sıkıntılar göz önüne alındığında, “casus belli” kararı da dahil olmak üzere, ulusal savunması için gerekli tüm araçlardan yararlanmamayı göze alamaz.

 

Son sözler

 

İki ülke arasındaki ön görüşmelerin nihai olarak yenilenmesi için belirlenen parametreler   kesinlikle hukuki olmaktan çok siyasi bir karardır. Yine de, her iki tarafça, çözülmemiş ihtilafların tercihen uluslararası bir adli merci tarafından kalıcı olarak çözülmesi gerektiğini karar verilmiştir . Yunanistan, askeri faaliyetler ve egemenliğinin ,  toprak bütünlüğünün korunmasına yönelik tedbirler ve diğerlerinin yanı sıra, askeri faaliyetlerle ilgili herhangi bir anlaşmazlığın  dışında, Uluslararası Adalet Divanı’nın zorunlu yargı yetkisini tanıyan 2015 Deklarasyonunda ön koşullarını belirlemiştir. Koşullar, Devlet sınırları veya Yunanistan Cumhuriyeti toprakları üzerindeki egemenliğiyle  ilgilidir. Taraflar arasındaki olası bir anlaşmanın, bu tür prosedürlerin dışında bırakılan konuları da içerebileceği doğrudur, Ancak gerçek hayatta bu olasılıklar azdır .

Yunanistan ile Türkiye arasındaki bir müzakerede ele alınması gereken konuların karmaşıklığı oldukça şaşırtıcıdır .Barışın getirisi  eşit derecede büyük ve yine de eksik olurdu.

by Maria Gavouneli

Çeviri: Didem ŞİMŞEK | EUROPolitika Dergisi Editör Yardımcısı

Photo: The Turkish drilling vessel Yavuz is escorted by TCG Gemlik, a frigate of the Turkish navy in the eastern Mediterranean off Cyprus, in this file photo from August 2019 [Murad Sezer/Reuters]

Orijinal Makale:Whose Sea? A Greek International Law Perspective on the Greek-Turkish Disputes