ABD ve AB arasındaki Transatlantik müttefikliğinin kökleri 12 Mart 1947 tarihinde ABD Başkanı Harry Truman’ın Kongre’de dile getirdiği iç ve dış baskılara karşı özgür ve demokrasi yanlısı milletlere siyasi, askeri ve ekonomik yardım ve desteği amaçlayan Truman Doktrininin uygulamaya konması ve 5 Haziran 1947 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall’ın önerisi olan Marshal Planı olarak bilinen Avrupa kalkınma planı ile atılmıştı. Marshall Planı ABD’nin Avrupa’ya insani ve ekonomik yardımlarını gerçekleştirmesini sağlarken aynı zamanda Avrupa’daki ülkelerin ortaklık içinde beraber yaşamalarını sağlayarak kıtada barışa, Avrupa entegrasyonuna ve Transatlantik ilişkilerinin gelişmesine katkıda bulunmuş ve serbest ekonomi, kooperatif güvenlik, demokratik dayanışma ve çoktaraflı kurumlar üzerine kurulu liberal uluslararası düzeninin ve onun kurumlarının (OEEC-OECD, GATT, Dünya Bankası, IMF, NATO) kurulmasına neden olmuştur. ABD’nin Avrupa’da güçlü ortaklara ihtiyacı var anlayışı üzerine kurulu bu anlayış 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Komünizmin çöküşü ile değişmemiş ve ABD dış politikasını şekillendirmeye devam etmiştir. (Ikenberry, 2017:3)
Ancak Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesi sonrası uygulamaya koyduğu politikalarla Transatlantik ilişkileri ve onun kurduğu liberal dünya düzeninin sona erdiği yönünde uluslararası sistemdeki yeni gerçeklik tartışmaları gündeme geldi. ABD’nin Paris İklim Değişikliği Anlaşması’ndan çıkmasından Trans-Pasifik Ortaklığı’ndan (TTP) çekilmesine, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’nı (TTIP) rafa kaldırmasından İran nükleer anlaşması (JCPOA) ve Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması’ndan (INF) çekilmesine, NATO’da yük paylaşımı konusu ve Kuzey Akımı 2 Projesi ile ilgili Almanya’ya yaptığı baskıya ve Brexit’e ve AB entegrasyonunun dağılmasına verdiği desteğe pek çok konu bu açıklamaların yapılmasına katkıda bulunmuştur.
ABD ve AB arasında gerginliklerin yaşandığı bu dönem Transatlantik ilişkileri açısından aslında bir ilk değil. Bugün gündeme gelen birçok konunun daha önceki Amerikan başkanları tarafından da gündeme getirildiğini, ABD ile AB arasında gerginliğe neden olduğunu söylemek mümkündür. Eski Amerikan başkanlarından Ronald Reagan Sibirya Boru Hattı ya da Yamal Boru Hattı projesi olarak bilinen Sovyetler Birliği ve Batı Avrupa arasındaki doğal gaz projesine karşı bir tutum sergilemiş, Almanya’ya kömür vermeyi teklif etmiş ve bu ülkeyi Sovyetler’le anlaşma yaparsa ABD teknolojisini ihraç eden yabancı şirketlere yaptırımlar uygulamakla tehdit etmiştir. George W. Bush da 2001’de ABD’nin ekonomik olarak olumsuz etkileneceğini söyleyerek ülkesini küresel ısınma ve iklim değişikliğine neden olan karbondioksit emisyonları veya sera gazı salınımlarını azaltmayı hedefleyen Kyoto Protokolü’nden çektiğini açıklamıştır. Donald Trump’ın P5+1 grubunun 2015’te imzaladığı İran nükleer anlaşmasından tek taraflı çekilmesi ve Tahran yönetimine uyguladığı yaptırımların AB tarafından da uygulanmasını istemesi Bill Clinton döneminde bu konuda uygulanan ve ABD ve AB arasında gerilime neden olan politikalar ile benzerlik göstermektedir. NATO’daki yük paylaşımı konusu da Barack Obama tarafından gündeme getirilmiş hatta 2014 tarihine kadar üye devletlerin savunma harcamalarının GSYH’deki paylarını %2’ye çıkaracakları taahhütleri alınmıştı. Bunlara 1956 Süveyş krizi, Vietnam Savaşı, Irak Savaşı gibi farklı dönemlere damgasını vurmuş AB ile ABD arasında yaşanan anlaşmazlık örnekleri de ekleyebiliriz. Devamını okumak için