Transatlantik İlişkilerde Almanya’nın Yeni Rolü: ABD ile İş Birliği Mi, Stratejik Özerklik Mi?

Yağmur Ünlü

ANALİZ

2.Dünya Savaşı’ndan hemen sonra 1947’de Marshall Planı ve Truman Doktrini ile kurulan Transatlantik (Atlantik ötesi) ilişkiler, ortak güvenlik ve ortak değerler zihniyeti üzerine kurulmuştur. Bu iki yönlü strateji NATO’nun (North Atlantic Treaty Organization) kurulması gibi güvenlik temelli iş birliklerinin dışında ABD ve Avrupa arasında ekonomik ve siyasi iş birliklerini de doğurmuştur, IMF (International Monetary Fund), Dünya Bankası (World Bank), GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması) kuruluşları buna örnektir. NATO’nun kuruluşu dengeli dünya düzeninin güvence altına alınması ideali ile atılan kritik bir basamaktır. Avrupa’da bu düzeni başlatan İngiltere ve Fransa gibi devletler demokratik barış projesinin temelini atmıştır. Batı Avrupa Birliği zamanla genişlemiş ve Almanya Avrupa Birliği’nin merkezi aktörlerinden biri olarak yapıyla bütünleşmiştir. German Marshall Fund’un kurulması da bu birlikteliğin bir sembolü olmuştur.

ANALİZ

Sovyetler Birliği tehdidine karşı NATO Avrupa güvenliğini sağlayan yapı olmuştur. Almanya 2.Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın ve Avrupa Birliği’nin güvenlik stratejisinden yararlanmayı benimsemiş; enerjisini de ucuz yollarla Sovyetler ve sonrasında Rusya’dan edinmeyi hedeflemiştir. 

Transatlantik ilişkilerde 1990’lara gelindiğinde Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla korkulan risk ortadan kalkmıştı. Bundan böyle NATO yeni hedefler belirlemiş doğuya doğru genişleme politikaları izlemeye başlamıştı. Bu süreçte Almanya, NATO içerisinde aktif rol almaya başladı ve Avrupa Birliği (AB) içerisindeki iş birliğinin otoritelerinden biri oldu. Ancak bu yeni ilerleyişle AB’nin ve ABD’nin stratejik iş birliğinde sorunlar çıkmaya başladı. Günümüze yaklaşıldığında özellikle Donald Trump dönemlerinde bu sorun belirginleşti. Bilhassa Trump, Almanya’nın NATO’ya yeterince katkı sağlamadığı hakkında söylemlerde bulundu. Almanya’ya Kuzey Akımı 2 projesi üzerinden baskılar yaptı. Bu durumdan sonra ABD, Almanya için eskisi kadar güvenilir bir garantör değildi. Transatlantik ilişkilerde gerilimli dönemlere yol açtı. Almanya’nın Avrupa açısından daha çok stratejik özerkliğe doğru yön alması kaçınılmazdı. Bu özerkliği oluşturmak için kurumsal zemini CSDP (AB’nin Ortak Güvenlik ve Savunma Politikaları), EDA (Avrupa Sanayi Ajansı) gibi yapılar sağladı. Gelişmelerden sonra Almanya daha bağımsız bir savunma ve enerji stratejisine doğru ilerledi. 

Almanya için yeni bir dönemin başlangıcı aslında Rusya’nın 2022’de Ukrayna’ya savaş ilan etmesi ile olmuştu. Şansölye Olaf Scholz önderliğindeki SPD (Sozialdemokratische Partei Deutschlands) hükümetinin Zeitenwende (dönüm noktası) olarak isimlendirdiği bu paradigmayla birlikte Almanya’nın on yıllardır izlediği savunma ve güvenlik politikasında yeni bir süreç başlamıştı. Buradaki paradigmayla Almanya sadece savunma harcamalarını arttırmakla kalmamış, aynı zamanda AB (Avrupa Birliği) içerisindeki liderlik özlemini de göstermişti. Bu kapsamda 100 milyar €’luk özel bir savunma fonu oluşturuldu ve Bundeswehr (Federal Savunma) çağdaşlaştırılmaya başlandı. Bu şekilde Almanya stratejik özerklikle Transatlantik iş birliği arasında çift yönlü bir strateji oluşturmuştu. Bu strateji, ABD ile güvenlik ve ekonomik iş birliklerini sürdürürken bir yandan da Avrupa’nın kendi ayakları üzerinde durmasını planlamaktaydı. Almanya, artan çok kutupluluk, Rusya tehdidi ve ABD’nin belirsiz dış politika ortamında güvenlik inşaa etme sürecine başlamıştı. Zeitenwende projesi ile Almanya uzun süredir beklenen %2 NATO hedefi kapsamında mühim başlangıçlar yaptı. Burada Almanya, NATO’ya katkısını arttırmasının dışında Almanya’nın kendi kapasitesini biçimlendirme iradesini de yansıtmaktaydı. Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte NATO müttefikleri ciddi harcamalar yapmıştı, bilhassa Almanya ve Polonya yük paylaşımında öncü olmuştu. Almanya’nın savunma bütçesini %2’nin üzerine çıkartması ve silahlanma projelerini hızlandırması güvenlik alanında bağımsızlık arayışının göstergesiydi. Almanya, savunma ve güvenlik alanına daha çok yatırım yapmakta, haliyle Avrupa Birliği içerisinde daha belirgin rol almakta buna göre; yeni bir stratejik kültür geliştirilmesi gerektiğini de vurgulamak ister.

Ekonomik alanını ve stratejik alanını fazlalaştırarak NATO’nun kollektif savunma kapasitesine katkı sağlamaktadır. Ticaret alanında ise Almanya senelerdir süregelen otomotiv ve teknoloji alanında ABD ile olan Transatlantik ekonomik ilişkilerini sürdürmeyi tercih ediyordu. Zeitenwende paradigmasıyla Almanya yalnızca Avrupa Birliği içerisinde rol almak değil NATO ve diğer küresel iş birliklerinde daha çok sorumluluk almak istiyordu. İş birlikleri içerisinde yer alan sorumluluklara yönelim Fredrich Merz gibi politikacılarında desteklediği bir yönelimdir. Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte geleneksel ucuz enerji kaynağının kesilmesi Almanya’nın enerji politikasını değiştirmesine sebep olmuştur. Almanya’nın ABD ve Rusya ile olan güvensizlikleri Çin ile olan ticaret antlaşmalarını sorgulayacak seviyeye gelmesini sağlamıştır. 

Almanya’nın Transatlantik ilişkilerdeki çok yönlü yaklaşımı yalnızca günümüzden kaynaklanan güvenlik problemleri ile şekillenmez, tarihsel deneyimlerle de şekillenmektedir. Bu noktada Bismarck’ın Kâbusu olarak da bilinen stratejik korku, yani Almanya’nın hem doğudan hem de batıdan işgal edilme korkusu geçmişten beri Almanya’nın taktiksel yaklaşmasına sebep olmuştur. 19. yüzyılda Şansölye Otto von Bismarck’ın diplomasi yoluyla önlediği bu kâbus, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile gerçeğe dönmüştü. Örneğin; 2. Dünya Savaşı sonrasında Almanya, Sovyetler Birliği ve Batılı Müttefikler arasında iki farklı cepheye bölündü, resmi olaraksa 1949’da Doğu Almanya (Alman Demokratik Cumhuriyeti) ve Batı Almanya (Federal Almanya Cumhuriyeti) olmak üzer ikiye ayrıldı. Berlin ise dört farklı güç arasında bölünmüştü. 1961 yılında Berlin Duvarı inşa edildi. Bu duvar, doğuyu ve batıyı ayıran bir semboldü. Doğu Almanya’da yaşayanların kesinlikle Batı Almanya’ya geçmesi engellendi. İnsanlar uzun yıllar duvarın diğer tarafında kalan ailelerine ulaşamadı. Berlin Duvarı, Soğuk Savaş’ın simgesi haline gelmişti. Doğu Almanya Sovyetler Birliği’nin etkisi ile sosyalist bir rejim kurdu.

Transatlantik ilişkilerde ABD ve Avrupa Birliği ile doğrudan iş birliğine girmekten uzak durdu. Sovyetler Birliği’nin öncülük ettiği Doğu Blok’unun bir parçası olarak devam etti. Varşova Paktı’nda yer alarak NATO’ya karşı çıktı. Soğuk Savaş döneminde Batı’nın ideolojik bir rakibiydi. Batı Almanya ise diğer tarafta NATO ve AB ile iş birlikleri yürüttü. Varşova Paktı’na karşı çıktı. ABD ve Batı Avrupa ülkeleri ile hareket etti. Transatlantik ittifakın önemli bir üyesi oldu. Demokratik ve kapitalist sistemi benimseyerek Batı Blok’unun önde gelen üyelerinden biri oldu. Soğuk Savaş’ın bir sembolü olan Berlin Duvarı Soğuk Savaş’ın bitmesiyle 1989 yılında yıkıldı, Doğu ve Batı Almanya tekrar bir araya geldi. Yaşadığı sorunlar sebebi ile günümüzde Almanya, Avrupa ve ABD ile stratejik ortaklığını sürdürürken aynı zamanda stratejik özerklik arayışındadır. Bismarck’ın kâbusunun tekrar gerçek olmaması için Almanya çift yönlü stratejiler geliştirmektedir. 

Trump sonrası Joe Biden dönemi, Build Back Better (Daha iyiyi inşa etme) planıyla ABD ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiyi pekiştirmekteydi. Transatlantik ilişkileri yeniden yapılandırmak ve liberal uluslararası düzen arayışı amacıyla oluşturduğu girişimler, Avrupa Birliği için umut vericiydi. Avrupa’nın mühim aktörlerinden olan Almanya ise ABD ile olan iş ortaklıklarını sürdürmeye devam ediyordu. Ancak Trump’ın 45. başkanlık döneminin getirdiği güvensizlikler Avrupa Birliği’nin ABD’ye karşı önyargılı davranışlarını sürdürmesini sağlıyordu. Bu da Almanya’nın stratejik özerklik arayışını yürütmesine sebep oluyordu. Trump’ın tekrar ABD’nin başkanı olması ile Transatlantik ilişkiler yeniden zayıflamıştı. Trump’ın Transatlantik ilişkilerdeki yaklaşımı, Avrupa’nın kendi başına hareket etmesi gerektiğini belirtirken, aynı zamanda bu yöndeki girişimlerin önünü kesen politikalar izlemesiyle çelişkili bir yapı arz etmekte. ABD’nin son günlerdeki Rusya ile yakınlaşması Avrupa’nın güvenliği için bir tehdit unsuru oldu. Bu dönemde Almanya’da Frederich Merz hükümetindeki koalisyonun kurulması, Trump’ın Rusya ile yakınlaşması ve Avrupa Birliği’ne karşı artan gümrük tarifeleri üzerine biçimlenmiştir.

Merz, Almanya’nın ABD’ye bağlılığını azaltmak istemekte, Avrupa Birliği içerisinde de güçlü bir lider arayışını sürdürmektedir. Ayrıca hem ABD’de hem Avrupa’da yükselişe geçen göçmen karşıtı politikalar, popülist söylemler ve otoriterleşme eğilimleri; Transatlantik düzenin değer temelli yapısını zorlamaktadır. Trump’ın liberalizme karşıt tutumu, toplumu daha homojenleştirme çabası ve ulusal çıkarları önceleyen politikaları, Almanya gibi çoğulcu demokrasiler için ciddi bir meydan okuma teşkil etmektedir. Bu sebeple Merz hükümeti sorgulanabilir bir strateji olan Staatsräson’ı (devletin kendine güvence ve güvence vermeye çabalamak) benimsemektedir. Bu strateji ile Ukrayna’ya Taurus füzelerinin gönderilmesi, Almanya’nın savaş bütçelerine yatırım yapması (500 milyar € bazuka) gibi önlemler alındı. Merz’in Oval Ofis ziyareti, savunma harcamalarının artması ve ABD ile olan ekonomik ilişkileri için yeni bir denge kurmaya yönelikti. Transatlantik ilişkiler kapsamında Merz çift yönlü strateji uygulamaya devam etmektedir.  Bu hem Almanya’nın coğrafi ve tarihsel olarak taşıdığı gereksinimlerinin, hem de günümüzün sorumluluklarının bir sonucudur. 

Sonuç yerine…

Almanya’nın Transatlantik ilişkilerdeki konumu 2.Dünya Savaşı sonrası döneme göre bir değişim içerisindedir. Bu değişim ABD ile iş birliklerini sürdürürken, aynı zamanda Avrupa öncüllüğünde özerk bir yaklaşım benimsemektir. Bu çift yönlü strateji, yalnızca Almanya tekelinde değil Avrupa içerisinde de jeopolitik açıdan büyük bir değişimin habercisidir. 

Kaynakça

Total
0
Shares
Previous Post

Rusya-Ukrayna Savaşının Almanya’nın Enerji Politikalarına Etkisi

Next Post

Jeremy Corbyn’in Yeni Siyasi Hamlesi: Solun Geleceğine Yeni Bir Soluk

Related Posts